Kemal'in Dünyası
  OKÇULUK
 
 
 
Telhis-i Resai’l-ür Rumât / Mustafa Kâni Efendi
 
Mustafa Kâni Efendi'nin orijinalinde eksik bölümler bulunan, yay ve ok yapımının inceliklerinin anlatıldığı "Telhis-i Resai’l-ür Rumât" adlı eserinden, internette tercümesi Y. Metin Aksoy'dan alınmıştır diye dolaşan metnin tarafımdan biraz düzenlenmiş halidir.
 
... (konu ortadan başlıyor, başı kayıp)...erişilecek kadar mahallerin ortasından terk edup, iki sinir başlarından fazlalarını  kesib, ol zait kestikleri parçalara ıstılah gavsileride (yay terminolojisinde) "paça" tabir iderler. Onları bir yere koyup,  yay için alınan sinirleri güneşte yahut tarif olunan yay tımarı sanduğu derununda kuruturlar.
 
Şöyle ki; İki ucundan tutup bu keman murad olunduğunda kuruluğunun misali kavi durup eğilmeye. Sonra mermer taşta büyük şimşir tokmak ile kuru kuru dövülerek yumuşayıp tel tel olduğunda üzerindeki kir ve pürteklerini bıçak ile kazıyıp tathir (temizlik) olundukta, beş altı dişli demir tarak vardır ki pençe-i insan şebih (insan pençesine benzer) kütükte kavice mıhlı (sıkı çivilenmiş), bir kuvvetlice adam uçlarından başlayıp ol tarakta tarayarak üskülü misal olunca (püskül misali), dest ile didüb boy boy hıfz ederler. 

Ve bu sinirlerin uçlarından birer mikdar kesilip paça tabir edilir, onları sıcak su ile yıkayub ve belki bir cüzi de kaynadup kirli ve dehinitli suyun döküp, bade temiz yağmur suyu doldurulup, duhanıyla (dumanıyla) siyahlanmamak içün, kömür ateşiyle (ve) suyun noksan buldukça, üstüne diğer (bir) kapta ısınmuş sıcak su konarak bir kaç gün nihayet tamam cümle ol sinirler eriyüp suluca salep misal olunca sıkıca astardan süzüp, temiz süzülünce yine kazana vaz edüp tamamı paluza misali koyu olunca karuşturup kararını buldukta, kadayıf tepsisi misal kenarlı şeylere döküp rutubeti azlandukta, parça parça kesülüp gınnaba dizülüb, gölgeye asılub gurutup icabında istimal olunur. 

İbtida kaynarken erimeye başlarken daima karışdurmak gerekir ki isğale (dibine -kaynarken dibi tutmasın mansına-) ve enarlara yapışmasın. Yapışırsa ve şiddetli ateşde kaynatulursa ve ol yıkanmazsa rengüne siyahlık gelür ve bırak olmaz ve yay imalatından sonra siyah olur. Pek alası Gelibolu hayvanları sinirlerinden olur ve yalnız sinir uçlarından şart olmayıp yekpare ol tarif sinirlerin mecmuundan (cümleden- toplanmasından) da olur. 

Kulak ve paça suyu, deriden de ol kaynadup yağın alub, bade eriyünce kaynadub tutkal (da) ederler. Ve bu tutgalların alası ol tarif olan sinir tutgalından sonra paça suyu tutgalıdır ki, layıklı tathir olunca balık tutgalı misal saf ve beyaz olur. Amma kavsilerin cüz'i azimi (nin tercihi) olan sinir tutgalı ve bir mikdar da balık tutgalıdır.

...
 
Yayın beher mahalinin indel Arab ve Rum isimleri beyan olunur; 
Arab kısmı eali ve beyti eali derler ve bizim ayak tabir ettiğimiz alt başına Arab kısmı isğal ve beyti isğal tabir ederler. 
Bizim kasan didiğimiz başlar tamamında gavsine göre (yayına) bir garış ve ziyadece arkasında balık sırtılık olan mahaline 
Arabısı (aynen böyle yazılmış) "alil vasi sağli" tabir ederler. 
Gasan etsalından gabzaya doğru olan mahalline biz sal deriz, Arab rakbe ve rakibtiyn derler. 
Ve gasan ile salın cema olduğu (birleştiği) mahale biz gasan başı ve gasan gözü deriz, Arab tayfa "vavsata" dirler. 
Ve sal ile gabza itsal iden mahale biz "tir geçimi" ve "gabza boğazı" diriz, Arab "ser kebid gus" derler. 
Ve sal denilen mahallin sinirine Arab "mudai" derler ve zahir gabzaya urulan sinire Arab "ğafare ve meh-a" derler. 
Ve gabzaya Arab "acs ve macs" deyib, gabza canibinde olan sinire Arab "arb, fars" dirler. 
Başlarda çile takılan kertiğe biz gez deriz, Arab ferz ve kezr ve haz dirler. 
Ol mahalden gasan ucu ki, (çile düğümü gelen yer) yere kadar Arab "zafer ve ğasfun" ve "fark" dirler. 
Ve gez yerinden yukarı, yani kertiğin ucuna Arab "atıra ve akbe" dirler deyu Abdullah Efendi tahrir ider.
 
...

İbtidadan gavis yapılmasının tabiri; 
Vasıf olana bildiği kadar ve bazı risalelerin tahriri vechile tarifi şervea  olundu salifül zikr akçaağaç taslağını ziyadece müstağmel halkaya kaçmaz ve pek de kepade(ze) misal kurulmuş gibi durmaz. Yay resmine keser ve törpü ile ve ısıdup eğerek ve benzedub başlarını dahi tasalluyup ...hait..... malumu sene benzedub ve dörder parmak gabza kulakların geçirmek içün uzun kağıt makarasının ucu bir parmak cürmünde açıldık da, hasıl olan yarık bir tarafı bol ve bir tarafı dar olduğu misallu gabza tarafları açık ve yayın baş tarafları dar olarak vasat sallarından yarup ve mukaddim tarif olunan resimle yapılan gabza, icab eden mahalleri düzeldub ve kulakların dahi uçların inceldub, ol yarılan sal yarıklarına imtizaç atturub, gabzanın üstünden kulakların ucuna kadar ikişer tarafından "taşin" tabir edilen temur tarak çekilüb ve yarıkların içine dahi keza çekilüb ve salların şakkı ila, keman ve gabzanın kulakları musgalanup yani tutğallanub kurudukta tekrar tutğallanub, ol imtizaç ettirilen gabza uçların sallara dört beş parmak geçürub, üstünden gavi gınnab ile sarıla. Keman yapışdırma misal bununda balık tutgalı, çeğa tutgalına galip olmak lazımdır ve salların uçları gabza boğazının tir geçiminden gabza üstüne doğru imtizac ettirmeli (ki) buna "beynel gavseyn çatığı "dirler. Bunda haz (yarma) ibtida (başlangıçta) tutgallanmazdan mugaddem imtizac (alıştırma) ettirirken muharref (tahrif edilmiş) olmaya, zira çatkısı müstakim olan gavsin tamamıda müstakim etvar (tavırlı) olub ve oklu olur, münhar olur ise sonra düzelmez.

Tarif olunan vech ile çatma .......tabirine ağacı yapıştırulub tamam gurudukta, icab eden mahallerin nizamlayup keman urulacak mahale "taşin" tabir olunan temür pençe misal tarak ile, tonç düğümü mahalinden diğer tonç düğümü mahaline kadar boydan boya çekerek şişhane misal şükaflar açılub ve mukaddem tarifi teri olunan boynuzlardan kangısı urulacak ise, eşiyle onunda ağaca gelecek mahallerine boydan boya taşin çekilüb, muska tabirine tutgallanıp kurudukta bakıla. Eğer ağaç tutgalı içüb çekmiş ise tekrar tutgallanıp kurudukta, tekrar keman ve ağaç ziyadece tutgal sürüp ateşde ikisinide ısıdub bade tarif olunan taşin yivleri birbiri içine geçeçek, vasat gabzadan tonç halkası mahalline kadar imtizaclı yaturub keman mahallinden oynanmamak için üzerinden sıkıca gınnab dolaştırub, gabza ve salların keman üstüne ateşe tutub tamam somun misal kemiğin üstü kızarunca; iki kişi karşı karşı oturub, biri kasanlarından tutub, karşısında olanda gabzadan kasan gözlerine varınca parmak kalınlığında kavi iple sarıla. 
 
Hava ve mahalline göre beş altı saat mürur (geçmek) ile sarılan ipler kesilmeyince çözülmeyecek kadar da kurumayub, nemin çeküb tuttukda ipleri çözüp, ber vechi sabık salların dahi ısudup biri kasanlarından tutub, diğeri sallarından sarub keza sabıku vech ile anlarda kurudukta çözülüb, üç veya beş saat yanında durub bade mangal hizasında bir iki zira yüksek asılan yay askısına vaz eyleyüb (asılıp) tamamı kuruya. Bade sinirlenmeye başlanır. Ve malum olaki bu keman sarmak, gayet gavi sarmak lazımdır ki tarif olunan şükeflar birbiri içne girüb, ber vechi layıkın vücud misal ola.

Bu surette yalınız dest ile olamadığından, buna bir aleti mahsusa icad etmişler ki ismine "tencek" dirler. Kızılcık ve şimşirden yapılır. Parmaksız çolak deste benzer. Güya dirseğe kadar tavilde olub, ipi ana dolaşdırub yumruğa şebih (benzer) mahalli ile sıkıştırarak sarulur ve tamam sarıldıkda, bir kere bakub bu tencek denilen aletin zoruyla gavse inhiraf (çarpılma) gelmişse henüz sıcak iken yay tezgahına vurub, doğrultub bade asıla. Eğer dikkat edilmeye ol eğrlik sonra düzelmez. Kurudukda kenarlarından taşan tutgalı ve icab eden kirin ve zuhuru kenarların düzeldib, tathir edüb ve kasan başına tonç düğümü atılır. Buradan bir karış mahallin neticesi ki kasan gözü tabir ederler. Ol bir karış mahal ki, zahirde manzur olduğu vechi ile canibinin oyub çukurladub, vasıtını yüksek bırakup, evvel tavrı taslağında icra edib bade keman ve garını gavse vurulan misal, baştanbaşa taşin çekib bade ısıtarak iki başlar birbirüne iki karış kalarak halkalayıb, iki başı birbirine gınnab ile bağlayıb, ve musgalayıb kuruyunca tura musgayı pek içerse, tekrar artı tutgal sürüp kurudukta tarifi vechiyle mukaddem boya kesülüp ve sahık olunan taranub hazırlanan sinirleri yanına alıb ve beher gavse vurulmak için vezini mezkuru sabuk üzere tartub gaç dirhem bir yaya vurulacak ise ayurub başka başka koyub ve beher sınıfın nısfını tefrik edüb, bir yaya vurulacak başka başka beşe taksim edüb hazır olunca, bir ağzı vasi tencerede dirhem-i sabuk-u zikre mutabık çeğa ve balık tutgalı suluca kararında gaynayub, henüz har iken beşe taksim olunan sinirin bir kısmını tutgala vaz edüb, tutgalın içünde mabeyni yeddininde (iki elin arasında) ovuşturarak bir rütbe kesbedeki cismi vahit meşin misal bir hale gele. Ve bu oğuşturma esnasında sinirin içinde gasarak uçlar peyda olur. Onları temüzleyüb yumuşaklığı tamam kararını bulduğunda gavis üstadı zanuları üstüne vaz olunan meşin üstüne gucağına alub, (kucağına deri bir örtü seriyor sanırım) tutgalda siniri oğuşturan şakirdi (yardımcı-çırak), yedinde olan bir boy ovuşturarak kararın bulan siniri üstadına verib, diğer baki kalan dört boy sinir -ki iki boy bir tarafa, iki boy diğeri için ayrılmıştır- onlardan bir boyunu dahi mabeyni destinde kema tissabuk (önceki gibi) ovuşturmaya başlar ve üstadı ibtida tarif olunan siniri yedine aldukta, bir boy sinir mezkurun vasıtını vasıtı gabzaya vaz edüb, ucların sal gavse yani gabzei boğazına tir geçimi denen mahalle, vasıl edüb ve gabze-igavsin canibi selasesine (üçtebiri) yayarak imtizac ettirerek döşeyib,  gabze boğazları mest galem tabir olunan pirinçten masnu (yapılmış) önünde çanak ile duran suda durub icabunda sudan alub, bu alete ve namle-i destin (ıslak el) kemaliyle düzeldüb, imtizac ettirerek kağıt misali incelüb ve taşin tabir olunan şişhanelerin içine sine ve bu mest galem denilen aletin icabına göre dişleri ve kıvrım yerinin ucu ve arkaları kullanılur. 

Ber vechi tarif gabza siniri yerleştiğinde dest-i şakirdinde olan ılıcak tutgal içinde ber tarifi sabuk alıştırdığı siniri, dahi kararını bulmuş ise anıda ustası alub, şakird (yardımcı) diğer boyu ovuşturmağa başlar. Ve üstad gabza boğazında bıraktığı sinirlerin ucu üstünden yedinde olan sinirin ucunu yaturub sallara doğru imtizac ettirerek kasan közüne kadar yaturub dest mest galem ile imtizac ve derunu taşinlere birleştürüb, keza şakird de kararın bulmuş bir boy siniri dahi alub, sal başları ve kasan gözlerinde bulunan sinir uçları üzerinden yapışdurub, kasan başına (tonç düğümü altıdur) ol tarafa ucunu ağzuna alıb, ön dişileri ile çiğneyib ucların altına gıvırarak kemaliyle yumuşatarak ve balık sırtı görünen yeri ile canibinde olan çukurları dest ve aleti mezkur ile hasen imtizac ve ağzında çiğneyib yumuşatarak uçları altına alıb, gıvrılan sinir uçları boğaz gavsinde numayan olduğu veçhiyle imtizaca yerleştirib, tamamında ber tarifi mezkur tarafı diğerin dahi kabza boğazından başlayıb tamam ettikde, zeminden bir zira-i mimari yüksek duvarda olan ekseri asarlar.
 
Ziyade yüksek asılırsa sinir çatlayıb, fena olduğunu tecrübe etmişler. Kuruduğunda sulu tutkalı kahve cezvesi ile ısıdub, birer fincan tarafeyne az az dökerek içirirler. Kuruduğunda bakıp icab ederse bir defa dahi böyle edüp, kuruyup kararını buldukta mukaddem ayrılan nısf-ı siniri dahi başka başka beşe taksim edip, ber tarifi sabık gabzadan başlayıp, tarafeyni tamam edip asıp sulu tutkal içirerek kemalin bula. Kemaline delil gayet sulu tutkal sürüldükde, kuruyunca üstü gayet mücella ve yek vücud mesikıl görülürse kemalin bulmuş görülmezse suluca tutkal verirler.

Ve bazı kere tutkal kuvvetlice bulunup üstü şükeflanmaya başlarsa sulu sünger sürerler. İkinci defa sinirlenecek oldukta başların dört parmak dahi rıfkla (nazikce) toplayıp, kema tissabık bağlayıp törpü ile üstünü tırmalarlar. Bade tarif olunan vechile sinirlenip ve kemal bulup kurutuldukta manzur olunan vechiyle ısıtarak toplayıp baş başa yığılup, kabzaya bir karış kadar çeküp, gınnab ile kabzaya bend idirler. Ve ertesi sene istiğmal olunur. Eskidikçe âlâ olur.
 
Ve hafi olmaya ki yay imalında yağdan ve yağlı duhandan ve imal olunan mahalden ve destin duhanından gayet muhafaza lazımdır. Ve ol mahalde yağlı taam bile yemazlar. Zira yağlı taam duhanı ve dehini deste bulaşmış olursa gavisleri fasit edip sinir ve keman tutmaz. 
Hatta şakirdlerin biri üstadı yok iken bastırma bişürüp yemiş. Duhanı askıda bulunan muskalı yaylara fasit edüb bir türlü keman ve sinir yapışmadığından, “aklı tir misal çileden çıkayazdı” deyu manzuru olan gavsilerden mesmu amiz olmağ ile kayıt olundu.

...

 
Der teşrihi gavsi bundan sonra döşemenin sırrı; 
Numayan olur, eslaf üstadları gavsin beher mahalline bir kararda sinir vurup tarif ol vechiyle derahimi (dirhemleri) tefrik ve bade nısf edip, nısfın beşe taksim ederler demişti. Vakıa böyle olup ancak ol beşe taksim olunan nısf yay sinirin dahi beş boyu bir vezinde olmayıp, kabza ve sallar ve kasanların dirhem ve cehri mahallinin dirhemi de birbirinden farklıdır derler. Ve beher üstadında bu vezinde birbirine muhalefeti olup bu maddeyi setr etmişler.

Ve bu maddeye mahrem olmanın tariki kangı üstadın gavsi indinde makbul ise onun naklinden yay yapmak murat oldukta, bir kebir leğen veya çamaşır teknesi misal bir kaba gavsin boyu vasatın da ab doldurup, yay-ı matlubeyi derin aba ilga ... 

..ve tamam cem-i endamı kuşibab açılır, ağaç ve kepadesi ve keman ve dirahim sinir yatırmaları cümle seri aşikar oldukta beher mahalli ona natbıka (benzer) yapıla demişler. 

...


İbdita cedit halka açmanın tariki; 
Nu mayan ise eyyamı sayf de, şemsin şiddet harareti olan günlerde iki gün ve eyyam-ı mebitlerde dört gün mahsul izalei rutubet edinceye kadar, gündüzleri şemse talik edip, nemi izale oluna. Ve delili iki başından tutulup irha olundukda hareketinden derece-i rutubet ve yebusati malum olur. Ve nemli değil ise harareti şems tesir edip ısınıncaya kadar birkaç saat durmak kifayet eder. Ve eğer şems mahfi ebr (bulutla gizli) olup görünmez ise, ateşte ısıtılıp boğazından kavi gınnap takıp, asa gezi tabir olunan zir de tarif olunacak aletin evvelki kertiğine çekip bakılır. Derun ve etrafında icab eden mahalleri kaptırmayarak keser ve törpü ile zatı gavse halel getirmeyerek düzeltip, bade yine ısıtıp ikinci kertiğe çekip, icab ederse törpü ile düzeltip, bade yine ısıtıp, üçüncü kertiğe çekip keza bir miktarında durup yine ısıtıp nihayet tepe kertiğine çekip, icap eden mahallerin düzeltip bir mikdar tevkif olunup salıverilip, başların düzeltüp çile kertiklerini açıp, tımar olunacak yay ise kertiklerin tarafına birer miktar sinir sarup ve sair tir yayı olacak ise sağrısını geçirüp bade tepelik tarif olunan, âlâ kuramlı yay resminde bir çift şimşirden mesnu dur ki, iki karşılanınca bir yay resmi olur. Ve biri birinden bir parmak kadar kısadır. 

Yay-ı mezkuru ziyadece ısıtıp yumuşayınca tarif olunan tepeliğin dış tarafını, yayın kasan gözüne gavice bend edip, yay destgahını da tepeliğin resmine getirüp yay tamam tepeliğe imtizac edip, üstüne yattıkda yayı tepeliğe muhkem sarup bend edup ve taraf-ı diğerini dahi bu vechile ısıtıp sarıp bend edip, tarafeyni tepeliğe ittisal kesb ettiğinde kemend ile henüz bir berudet kesbetmeden tepelik endamı vechi ile kemend ile basıp, zinciri çileye takıp, kemaliyle soğuyup kesb endam edince, tura bade tepeliğin çözüp, gurulu tura bakılıp, diken, çöken yerleri olursa bakılıp ısıtıp basıp yasıp, tekrar soğudukta endama muhalif görülen yerleri tekrar basmak ile yerine görülmezse törpü ile düzeltip, soğuyunca terk olup, ısıtıp, sinir üstünden rıfkla basarak halkaya çevirüp, tımar verilecek yay ise tımar sanduğuna vaz, ve sağrıyla diğer tir kavislerinden ise askıya avize olunup, ertesi gün tepeliksiz kemend ile kurulup bakılır. Diğin çöken yerleri varsa düzeldüp, yasup mahalline vaz olunarak dört beş defa bu veçhile, tekrar olundukta tamam düzen dört taksim ve kuram-ı matluba mutabık bulunduğunda zeyl de resmi muharrir gavisler yak ve tirler boğaz törpüsü dedikleri kalın ve ince dişler törpü ile düzeldip ve perdah edip ve pota nevii sağrılı ise kemiği kazunup cilalanup, yedi taksim sağrısına nakış ve üstüne zeyl de tarif olunacak sandoloz ruganı sürülür. Ve bade nakış ve rugan tekrar nemi izale olunca güneş dokunmayarak harareti şems tesir eder mahalde avize olunup bade istimal olunur. Ayn-i şemse avize olunursa nakşi rugani şükaf peyda eder. Tamamın kuruduğunda ayn-ı şems de zarar etmez ve bez gılaf ile şemşe teallük ile tımar verilir. Müsabakat-ı heki olur ama kurulu iken muhafaza lazımdır ki çarpılır.

Ol güneşledüp bade kurup zilde (gölgede) rüzgara karşı avize olunur ve insab olunan tarif ol veçhile nizami tamamda istiğmal edecek zatı bazusuna uydurup ve icabına göre asa geze gerilip, tanmam matluba mutabık olunca alınıp, düzeldilip bade nakşı rugan verilürse letafeti ile kullanılır. Ve tımarlı gavis ise anda men bulup tımarun aldıkta "sarsma" tabir olunur ki istimal edecek tirendaz dan kuvvetli ziyade yay çeker varsa ona suhuletle çekerek on gez ve yumuşak oku attırılır. Bir kaç defa yok ise tir ucu mahalli yerine gelmeyecek şekilde bildiği kadar çekip küşad vererek sarsup yine tımara konup ve birden bazuya uydurulmayıp, icab edilirse bundan sonra asa geze çeküp yine sarsup yay galip olarak istiğsale başlanur. Bu bazuya uydurmakda hevaya da dikkat lazumdur. Lodos havalarında az gelen, poyraz havalarında münsasip gelir, bilakis poyrazda çok gelen lodosta münasip gelir. Tezlik edip gavse gıymamak evladur denmiş. Ve bu tımarlı gavis ile sağrılı gavislerin farkı İbtida sinirleri döşenirken, tımarlı gavislere gavsiler ziyadece ihtimam ve sinirini yuvarlakça döşerler. Ve sağrı geçilecek gavisleri ağaçlıca ve sinirini düzce döşerler. Ağaçlı yay çiled düz durup az rutubetle dönmez. Lakin yuvarlak sinir vurulup neminden  muhafaza ve beze güneş tımarı verilirse ziyade ok atar. Ve gelişli tatlı olur. Ağacı ziyade olan gibi kend olmaz. 

Ve yaya urulan sağrı ki, seyflerin gınlarında kullanılan dana darından da olursa da sınından da olur, ama ekser sadesini kullanılırlar ki üstüne nakış urulmaya ensabdır. Dana darı sade boyanup yalnız kenarlarına birer altınuze çekilirse güzel olur. Dana darı esbak sağrı derisinden, sadesi esbak boynu ve omuz başından olandır. Lakin sağrı derisi kalınca olup altını ziyedece yonmak ister. Vasb derisinin tahsis olunması diğer teriler ve tirşe tabir olunan deri düzü latiftir. Ama esnemediğinden gavis kıvrılıp asıldukça çatlayup paralanup çilede "esab-ı tavil ömür yay ile bekadır" olur demişler.

 
Ve asa gezi tabir olunan alet, meşe ve gürgen misüllü ağaçdan bilek kalınlığında ve tamamı bir zirai mimari boyunda olup bir başı kabza kemiğini muhafaza edecek miktar guru mah misal (yarım ay) oyup ve bir başına dahi çileyi hamul alacak kadar bir kertik kertilip ve gabzaya vağzı olunacak başından zirai mimari ile onsekiz parmak mahalline bir kertik kertile.

Şöyle ki kabza tarafından düz gelip, mahalli meskure sülüs zirai mimari kertülüp ve derun kertikden şevine amut (çap dik) mezkurun düzüne kertülüp, keza anında şev çekülüp yirmiüç parmak mahaline yine kertülüp, yirmidördüncü parmağa netice-i zira tepesine dahi kertülüp, tepe kertiği olup şekildeki vaka resmi üzere yapılır. 
Bir ve iki ve üçüncü boy gavislere boyuna göre kullanılıp, meşk yaylarının kirusi sökülmek için nihayet kertiğe çekilüp 

şöyleki; Çekilecek gavsin çilesinin iki tonçu birleştirilip, tamam ortasına nişan edüp, gavsin gurup gabzasının tamam vasatına asa gezi tarif olunan gure misal olan başına dayayup ve çilenin tabir olunan vasat derunine kabzadan tarafına bir hilal cürmi kadar inhiraf bulunmaya, ve diğer ucuda karnına dayayıp kerteler üstünde ola. Ve çilenin nişan konulan mahallin vasat geze getürüp ve iki dest ile gezin gurbundan (yakınından) tutup iki kademle kurar ki gavsin kabza canibine dayanıp çileyi çekerek keza vasatından yürüterek sıyırup, evvelki kertiğe indire bırakup vücudu gavse ol radde ile ülfet ettikde bir veche-i sabık ikinci kertiğe çeküp anda dahi biraz alıştıkda üçüncüye çekecek ise keza anda dahi çeküp birkaç saat tevkif oluna. 

Malumdur ki meşk yeylerı törpü ile ibtida kola uydurulsa biraz istiğmal olundukta gevşeyüp telef olur. Lâkin çok kalan gavisler bir kaç nöbet bunun ile meşk ve tir gavisleri bunun ile terbiye olunup, kararına indikte istiğmal ve icab ederse ondan sonra azaltılır. Ama “gavsin marazı mevti gibidir “ bunu çeküp hatırdan feramuş olunursa yalınız gıçı değil mecmuu endamı gevşeyip okda gezde dahi atfeti kalmaz demişler. Cümle tirler ve hava gezi malum olduğu veçhile çam ağacından olup fakat torba gezi gürgenden olur. Samanlı deyu kerestecilerin ve furuhat ettikleri üç parmak cüssede ve bir kulaç tavilde dörder köşe parçalardır. Onların muvecleri sık ve sıklarından ayarub biçup taslayup birkaç sene tabîî kuruyanından âlâ torba gezi olur. Yirmisene durmuş olsa da dahi âlâ olur. Edna mertebe iki üç sene murur lazımdır. Endamında kiriş endam tabirine ol sıbgat etmiş idi. Zeytuni temren ve kiriş endam ki ayağı ince bedeni karınlı olmayıp boğaz karın kademi bereber gibi olan puta tirinde nişane ziyade kezer ettiği misüllü torba meşkinde dahi seri-u tesir ve letafetli olur. Bade tecrübe malum olmuştur. Ve Çerkezler kayın ağacından tir yapıp mahariyeyle kullanırlar imiş.
 
Eslafta birde kamışın ok istiğmal olunup hala menzilleri de mevcuttur. Ve çamdan olan tirleri yüz kez sebgat eder demişler. Bu risale tahririne kadar puta ve yeksuvar tirleri kamıştan kuruldu. Lakin eslaftan, bakiye olmakla köhnemiş ve tutkalı gevşemiş ve paralanırsa tir-i diğeri gibi de olmadığından tehlike olma ile hiç atana tesadüf olunmayıp ve ikdam tarihlerde ihtiyarlardan tahkik olundu ki atılmamış.
 
Abdullah Efendi Merhum imalini tarif eder, Şöyle ki; O bir nevi hindi gamış olup, bu diyarlar gamışları gibi deruni boş olmayıp tulu (içi dolu-etli) ve sırçası kalın ve boyunları tirboyundan uzun olup cüsse-i tire kıyasla altı, oniki onsekiz parça o kamışı boydan boya çok edip, endamını tavrı tire münasip beher parçasını düzeltip, her kaç parçadan olacak ise bir yere getirildikte matlup olan endamı tire uydurunca imtizac ettürüp, bade bir ince rik telin üstüne beher enlerinin boydan boya tutkallayup imtizac ettirildi. Ve cümle bir yere cem edüp üstünü sarıp kurudukta çözüp, sıvama tabir olunan hatemde resmi muharrer (kitabın sonunda resim var) alet ile mahalli eklerin üstün celavetle içinden çıkarup, temren ve gez bakımın takıp istiğmal ederler demiş.
 
Cümlenin malumu olduğu veçhile, yüzeli seneden beri envai tir çam ağacına münhasır olup ve bu gadarte teal-i cemî-u zirruh ve bir'u hak bir maktezi mahlukiyeti insan misülli bir hat kemali indel ehl inkare mecel olamayup bu cümleden erbabına hafi olmayan çam ağacının mesela fidanından derecei kemali on seneye mevkuf ise s.n.(sin-nun) insan erbağına vesul misal devlâ ve arza hat itidal olup ve ol müddete bulduğu nuşu ...

....

Büyük Usta

Büyük Usta adlı hikaye, "Taoist" felsefesinden ilham almaktadır. Hikayenin kahramanı olan Çi Ç'ang, dağlarda oturduğu sırada "Teh"e, yani aklın en yüksek derecesine veya kudrete erişir ki, Taoist mezhebi saliklerine göre böylece, yeri göğü oynatacak hale gelir. Ermişlik ve cezbe sayesinde, eşya üzerinde uzaktan bile etki yapacak büyülü bir kudret elde eder. Taoist'lere göre sanat, bütün şekilleriyle, bu felsefede büyük bir rol oynar. Çünkü bunların fikrince, sanatçılar ve zanaatkarlar yaratıcı kudretlerini Tao'nun evrensel ülkesinden almaktadırlar. Bu hikayede, bir uçurumun kenarında cereyan eden sahnede olduğu gibi, "Teh"e erişen bir kimse artık, ne şekilde olursa olsun, tehlikeden yılmaz. Buna göre: "Hareketin en yüksek kertesi, hareketsizliktir." Kudretin zirvesine erişen adam, başkalarının karşısına kudret sahibiymiş gibi çıkmaz. Bunun için de kudreti muhafaza eder. Ancak sınırlı bir kudrete sahip olan kimsedir ki, bu kudretini göstermekten kendini alamaz. Onun için de aslında o hiçbir kudrete sahip değil demektir. Şu halde: Kudretin zirvesine erişen adam harekete geçmez...Ancak sınırlı bir kudrete sahip olan adam harekete geçer... 

Evvel zaman içinde, Çin'in eski Çao devletinin başkenti olan Hantan şehrinde Çi Ç'ang adlı bir adam vardı. Bu adam, yeryüzündeki okçuların en ustası olmayı amaç edinmişti. Uzun araştırma, soruşturmalardan sonra, bu zanaatta en çok ün salmış ustanın Vei Fei adında bir kimse olduğu öğrendi. Söylendiğine göre, bu adam öylesine ustaymış ki, sadağındaki bütün okları yüz adım ileriden, karşısına hedef olarak diktiği tek bir söğüt yaprağına atabilirmiş.
 Bunun üzerine Çi Ç'ang az gitti, uz gitti; Vei Fei'nin öğrencisi olmak için, onun oturmakta olduğu uzak diyara ulaştı. Vei Fei ilkin ona, hiç göz kırpmadan uzun zaman durmayı öğrenmek gerektiğini öğütledi.  Çi Ç'ang memleketine döndü. Eve varınca karısının dokuma tezgahının altına girdi, altında upuzun yattı. Böylece, yüzünden birkaç milimetre yukarıda hareket etmekte olan ayaklığın gidip gelişine hiç göz kırpmadan bakmayı öğrenmek istiyordu. Karısı onu bu halde görünce pek şaştı: "Böyle bir yere yerleşmiş bir erkeğin karşısında, bu erkek kocamda olsa çalışamam ben dedi. Fakat sonunda razı oldu, başladı ayaklığa basıp tezgahı işletmeye. Çi Ç'ang her gün dokuma tezgahının altına girdi, hiç göz kırpmadan bakmak için idman yapmaya koyuldu. İki yıl sonra, ayaklık kirpiklerinden birine değse bile, göz kapağını hiç kımıldatmamak işini başarmıştı. Tezgahın altından son defa çıktığında, Çi Ç'ang kendini soktuğu bu sıkı disiplinin meyve vermeye başladığını gördü. Ne göz kapağına birinin vurması, ne korlardan bir kıvılcımın sıçraması, ne de birdenbire önünde dönmeye başlayan toz bulutları... hiç, ama hiçbir şey göz kırptırmıyordu ona. Göz kaslarını (adale) hareketsiz tutmayı öylesine başarıyordu ki, uyurken bile gözleri açık kalıyordu. Bir seferinde oturmuş, boşluğa bakarken, küçük bir örümcek geldi, ağını onun kirpikleri arasına kurdu. Bunun üzerine Çi Ç'ang da artık ustasının karşısına çıkmak zamanının geldiğine hükmetti. 
Çi Ç'ang yaptığı işi anlattığı zaman Vei Fei : 'Göz kırpmamasını bilmek, bu işin başlangıcıdır,' dedi. Şimdi de eşyaya bakmasını öğren; 'Çok küçük olan bir şey sana küçük, küçük olan bir şey de büyük görünmeye başladığı zaman yine gel, beni gör.' Bunun üzerine Çi Ç'ang yine memleketine döndü. Bu sefer bahçeye gidip minicik bir böcek araştırdı. İnsanın çıplak gözle zor görebileceği kadar küçük bir böcek bulunca, bunu ufacık bir ot parçasının üstüne yerleştirdi, Ot parçasını da odasının penceresinde bir yere tutturdu. Gidip odanın ta öbür ucunda durdu ve günler, günler boyunca böceğe baktı. Önceleri güçlükle seçebildi onu; ama bir hafta sonra, böcek azıcık daha büyümüş gibi geldi ona. Üçüncü ayın sonunda böcek, bir ipekböceğinin boyuna erişmiş gibiydi, Çi Ç'ang da onun vücudundaki ayrıntıları açıkça seçebiliyordu. Bütün bunlar olup biterken, Çi Ç'ang mevsimlerin değiştiğini ancak farkedebilmişti: İlkbaharın parlak güneşi gitmiş, onun yerini yaz ortasının fırın gibi sıcağı almıştı; derken az sonra, güz mevsiminin berrak göğünde yaban ördeği sürüleri uçuşmaya başladılar. Güz de geldi geçti; peşinden sisi pusu, yağmuru, karı ile kış geldi. Amma Çi Ç'ang'ın gözü artık, minicik ot parçasının üstündeki hayvancıktan başka şey görmez olmuştu. Deneyleri için kullandığı bu böceklerden biri öldükçe ya da kayboldukça, Çi Ç'ang'ın uşağı ona yine böyle ufacık başka bir böcek buluyordu. Fakat her seferinde böcek daha büyük görünmekteydi. Çi Ç'ang tam üç yıl, odasından hemen hemen hiçbir yere kımıldamadı. 
Derken günün birinde, pencerenin önüne yerleştirilmiş olan böcek bir at boyundaymış gibi geldi ona. Dizine bir tokat yapıştırarak: "Hah! Tamam!" diye bağırdı ve dışarıya fırladı. Gözlerine inanamıyordu: Atlar dağ, domuzlar tepe, piliçler kule büyüklüğünde görünüyordu gözüne! Sevinçten zıplayarak evine koştu, yayına bir ok taktı, nişan aldı ve destek görevi gören ot parçasına hiç değmeksizin, böceği tam yüreğinden vurdu. Hemencecik de Vei Fei'yi görmeye gitti. Usta bu sefer biraz şaşmış olmalı ki: "Aferin!" dedi. Çi Ç'ang beş yıldan beri okla nişan atma işini inceden inceye öğrenmeye koyulmuştu; Şimdi de yaptığı sıkı talimlerin faydasız değil; tersine, çok faydalı olduğunu anlıyordu. Nişan atma babında her marifeti yapacak halde sanıyordu kendini. Bundan emin olmak için memleketine dönmeden önce, çok çetin birtakım sınavlar yapmayı tasarladı. Herşeyden önce, Vei Fei'nin büyük marifetini oda göstermeyi düşündü ve yüz adım uzaktan, sadağında ne kadar ok varsa, hepsini bir söğüt yaprağının içinden geçirme işini başardı. Birkaç gün sonra bu deneyi yeniledi ama, bu sefer daha büyük okunu kullandı; ayrıca sağ koluna, dirseğinin hizasına da ağzına kadar dolu bir bardak su yerleştirerek bunu dökmemeye çalıştı. Bardaktan tek bir damla bile dökülmedi, okların hepsi de hedefe isabet etti. Ertesi hafta yüz tane hafif ok aldı, bunları epey uzak bir hedefe attı. Birinci ok hedefe vurdu, ikincisi birincinin kertiğinin tam ortasına; üçüncüsü ikinci okun kertiğinin tam ortasına girdi ve bu, göz açıp kapayacak kadar kısa bir zamanda, böylece sürüp gitti. Öyle ki yüz ok şimdi yayla hedefin ortası arasında dümdüz bir çizgi haline gelmişti. Çi Ç'ang öylesine ustalıkla nişan almıştı ki, sonuncu oku da attığı zaman, oklardan meydana gelen uzun sıra havada titredi ama, düşmedi. Vei Fei de bu sınavda hazır bulunmuştu. Bu hali görünce: "Aferin!" diyerek takdirlerini belirtmekten kendini alamadı. 
Aradan iki ay geçip Çi Ç'ang nihayet evine döndüğünde karısı, bu kadar uzun zaman yüzüstü bırakılmış olmaktan ötürü kızarak, kocasına öfkeyle çıkıştı. Karısında kavga için uyanan arzuları yatıştırmak için, Çi Ç'ang hemen yayına bir ok yerleştirdi, yayın birisini var gücüyle çekerek oku, karısının gözünün tam üstüne attı. Ok, kadının üç kirpiğini kopardı; fakat Çi Ç'ang oku öylesine iyi nişan alarak atmıştı ki, karısı bu halin farkına bile varmadı; gözünü bile kırpmadan söylenmeye, bağırıp çağırmaya devam etti.Çi Ç'ang'ın artık ustası Vei Fei'den öğrenecek bir şeyi kalmamıştı. Amacına erişmişti nihayet. Erişmiş sayılırdı yahut: Birdenbire nahoş bir tarzda irkilerek farketti ki, bu amaçla kendisi arasında bir engel vardır, ve bu engel de Vei Fei'nin ta kendisidir. Evet, Usta hayatta oldukça, Çi Ç'ang hiçbir zaman, dünyanın birinci okçusu benim, diyemeyecekti. Ustalıktan yana, Vei Fei'ye eşit olsa bile, onu hiçbir zaman geçemeyecekti, biliyordu bunu. 
Çi Ç'ang'ın kırlarda dolaşırken ta uzaklarda Vei Fei'yi gördü. Bir saniye bile çekinmeden, yayını kaldırdı, buna bir ok yerleştirdi, nişan aldı. Beri yandan, ihtiyar usta da olup bitecekleri içgüdüsüyle seziverdi; şimşek hızıyla o da yayını gerdi. İkisi de oklarını aynı anda attılar. Yarı yolda oklar birbirine çarptı, yere düştü. Çi Ç'ang hemen ikinci bir ok attı ama, bu da Vei Fei'nin hiç şaşmayan yayından çıkan başka bir okla çarpışıp yarı yolda kırıldı. Bu acaip düello, ustanın sadağında tek bir ok kalmayıncaya kadar devam etti ama, öğrencinin sadağında bir ok daha vardı. Çi Ç'ang bu oku atarken: "Talihim varmış doğrusu," diye mırıldandı. Vei Fei yanıbaşında bulunan bir akdiken kümesinden bir dal kopardı. Ok ıslıklar çala çala kalbine doğru uçarken gelip dikenli dalın tam ortasına çarparak yere düştü. Korkunç düşüncesinin böylece gerçekleşmediğini gören Çi Ç'ang, içini büyük bir pişmanlık duygusunun kapladığını hissetti. Ama ne var ki, oklarının birisi gidip de hedefe vursaydı, bu pişmanlık duygusu onu hiç de rahatsız etmeyecekti muhakkak. Beri yandan Vei Fei de böyle bir tehlikeyi savuşturduğu için öyle ferahlık; kendi ustalığının bu yeni ispatı karşısında da öyle memnunluk duydu ki kendisini öldürmeye kalkışan adama karşı en ufak bir öfke bile beslemedi. İki adam birbirlerinin kollarına atılarak, gözleri yaşarmış olduğu halde, canı gönülden kucaklaştılar. (Gerçekten de, eski çağların kuralları pek acaipmiş! Nitekim insan, çağımızda böyle bir şeyin mümkün olabileceğine inanamaz! Yüzyıllar boyunca insan yüreği pek değişmiş olmalı. Yoksa, örneğin, şu iki kişinin davranışlarını nasıl izah etmeli? Vaktiyle imparatorun İ Ya adında bir aşçıbaşısı varmış. Huan adında bir prens de günün birinde bu aşçıdan akşam yemeği için hiç görülmemiş, lezzetli bir yemek istemiş. İ Ya kendi oğlunu pişirmiş, gelip yerlere kadar eğilerek prensten, bu yemeği bir tatmasını dilemiş. Sonra bir de şu on beş yaşındaki delikanlının hikayesi vardır: Bu delikanlı, Çin hanedanının ilk imparatoru olacaktır sonradan. Fakat babasının öldüğünün ertesi gece, ihtiyarın en gözde cariyesiyle üç defa sevişmiş, bu yüzden kılı bile kıpırdamamıştır.) Vei Fei korkunç öğrencisini kucaklayarak böylece bağışlarken, bundan sonra hayatının tehlikede olduğunu gözden uzak tutmadı. Bu devamlı tehdidi kendisinden uzaklaştırmak için tek bir çare vardı: Çi Ç'ang'ın zihnini başka bir amaca doğru çelmek. Öğrencisinin kollarından ayrılırken: "Dostum, dedi gördün ya, ok atışında ne kadar bilgim varsa öğrettim sana. Amma, bu zanaatı daha iyi öğrenmek istersen Ba bölgesindeki Ta Hsing geçidini aş, Ho dağının doruğuna tırman. Orada çok saygı değer usta Kan Ying'i bulacaksın. Okçulukta kimse onunla boy ölçüşememiştir, bundan sonra da ölçüşemeyecektir. Onunkine kıyaslarsak okçulukta bizim ustalığımız çocuk oyuncağı gibi kalır. Kan Ying usta şimdi, yeryüzünde sana yeni bir şey öğretebilecek tek insandır. Git oraya, hala hayattaysa öğrencisi ol onun. 
Çi Ç'ang hemen batıya doğru yola çıktı. Marifetlerinden çocuk oyuncağı diye söz edilmesi onuruna dokunmuştu. Erişmeyi o kadar istediği ustalıktan henüz uzak olduğunu keşfetmekten de ayrıca çekiniyordu. Kendi hünerini bu yaşlı ustanınkiyle kıyaslayabilmek için, mümkün olduğu kadar çabuk Ho dağına tırmanmak amacındaydı. Ta Hsing geçidini aştı, sarp yamaçlara tırmandı. Çok geçmeden ayakkabıları eskiyip parçalandı; yaralarla dolu ayaklarından, bacaklarından kanlar akıyordu. Ama o yine yılmadı, usanmadı; düz duvar gibi kayalar tırmandı, korkunç uçurumlar üstüne yerleştirilmiş dar tahtaların üstünden aştı. Bir ayda Ho dağının doruğuna tırmandı, hemencecik de Kan Ying'in oturmakta olduğu mağaraya doğru yol almaya başladı. Karşısında kuzu gibi tatlı bakışlı bir ihtiyar buldu. Pek yaşlıydı bu adam. Çi Ç'ang onun kadar yaşlı bir insana hiç rastlamamıştı doğrusu. Adamın kamburu çıkmıştı, yürüdüğü zaman ak saçları yerlerde sürünüyordu. Çi Ç'ang: "Bu kadar yaşlı bir adamın kulakları da sağır olmalı herhalde," diye düşünerek yüksek sesle: "Okçulukta sandığım kadar usta olup olmadığımı anlamak için geldim buraya." dedi. Kan Ying'in karşılık vermesini beklemeden, omuzundan asılı büyük yayı yakaladı, buna bir ok yerleştirdi. Sonra başlarının üstünde, mavi göğün çok yükseklerinden geçmekte olan bir göçmen kuşlar sürüsüne nişan aldı. Hemencecik de beş tane kuş vurulup düştü. İhtiyar adam hoş görür bir eda ile gülümseyerek: "Sadece ok ve yayla nişan atmak derler buna canım, diye bağırdı, hedefe oksuz, yaysız isabet ettirmesini öğrenmedin demek. Gel bakayım." Dünyadan elini eteğini çekmiş bu adamın karşısında başarısızlığa uğradığı için pek alınan Çi Ç'ang onun peşine düştü. İkisi birden, hiç söz söylemeksizin, mağaradan iki yüz adım kadar uzakta olan bir uçurumun kenarına kadar gittiler. Çi Ç'ang uçuruma şöyle bir bakınca kendi kendine: "Çang Tsai'nin eski çağlardaki hikayelerinde sözü geçen üç bin endaze derinliğindeki uçurumun kenarındayım galiba ," diye düşündü. Ta dipte, çok uzakta, sellerin meydana getirdiği bir derenin kayalar arasından yılan gibi kıvrıla kıvrıla, bir şerit gibi aktığını gördü. Gözleri karardı, başı dönmeye başladı. Beri yandan Kan Ying usta çevik adımlarla, uçurumun üstüne uzanan dar bir çıkıntıya doğru seğirtmişti; Çi Ç'ang'a dönerek onu çağırdı: "Göster bakalım marifetini şimdi, dedi, bulunduğum yere gel ve elinden ne geliyorsa yap hadi. Çi Ç'ang çok onurlu olduğundan bu meydan okuyuşu kabul etti ve hiç çekinmeden ihtiyarla yer değiştirdi. Fakat çıkıntıya ayak basar basmaz burası hafif hafif sallanmaya başladı. Çi Ç'ang korkuyordu ama belli etmedi, yayını aldı, parmakları titreyerek buna bir ok geçirmeye çalıştı. O sırada bir taş parçası yuvarlandı ve boşlukta birkaç yüz metre bir derinliğe doğru düşmeye başladı. Taşın düşüşünü gözleriyle takip eden Çi Ç'ang, dengesini yitireceğini anladı. Çıkıntının üzerine uzandı ve kayanın kenarını sımsıkı yakaladı. Dizlerinin bağı kesilmiş, her yanını ter kaplamıştı. O zaman ihtiyar bir kahkaha kopardı, sağlam toprağa dönmesine yardım etmek için elini uzattı ona. Sonra bir sıçrayışta çıkıntının üstüne atlayarak: "Dur da okla nişan almak nedir gerçekten, göstereyim sana dedi. Çi Ç'ang yüreği küt küt attığı ve rengi uçmuş olduğu halde yine de, ustanın ellerinde hiçbir şey bulunmadığını fark etti. Boğuk bir sesle: "Peki, yayın nerede?" diye sordu. İhtiyar gülerek: "yayım mı?" dedi, "bir okçu yayla oka muhtaç olduğu müddetçe zanaatının henüz başında demektir. Usta bir okçunun bu gibi şeylere hiç ihtiyacı yoktur. Tam başlarının üstünde bir akbaba dolaşıp duruyordu. İhtiyar, kuşa baktı, Çi Ç'ang da onun bakışını takip etti. Yırtıcı kuş öylesine yüksekteydi ki, Çi Ç'ang'ın alışkın gözlerine bile bir susam tanesinden daha büyük görünmüyordu. Kan Ying, görünmeyen bir yayın üzerine görünmeyen bir ok yerleştirdi, kirişi iyice gerdikten sonra oku attı. Çi Ç'ang havada bir ıslık sesi duyar gibi oldu. O saniyede de akbaba kanat çırpmaz oldu. Tam dokuz yıl o dağda ihtiyar keşişle beraber yaşadı. Bu süre içinde ne türlü idmanlar yaptığını hiç kimse hiçbir zaman bilemedi. 
Onuncu yıl dağın doruğundan inince, herkes ondaki değişikliği görerek şaşırdı. O küstah, kararlı edasından eser kalmamıştı. Şimdi bir meczup gibi manasız, aptallaşmış bir hali vardı. Kendisini ziyarete gelen eski hocası Vei Fei onu görür görmez: "Hah, dedi görüyorum ki , okçulukta usta olmuşsun artık. Senin ayağına su bile dökemem ben". Hantan halkı Çi Ç'ang'ı alkışladı ve imparatorluğun en iyi okçusu diye göklere çıkardığı bu adamın, marifetlerini göstermesini bekledi. Fakat Çi Ç'ang onların bu bekleyişini boşa çıkardı. Bir kerecik bile bir yaya, bir oka el sürmedi. Dağlara giderken yanında götürdüğü büyük yayı geri getirmemişti. Niçin böyle yaptığını kendisine sorduklarında, ağır bir sesle karşılık verdi:
 "Hareketin en yüksek kertesi, hareketsizliktir. Belagatin en yüksek kertesi, hiç konuşmamaktır. Ok atmadaki en yüksek ustalık derecesi ise hiç ok atmamaktır." 
Hantan'lıların en akıllıları onun ne demek istediğini hemen anladılar ve bir yaya el sürmek istemeyen bu usta okçuya karşı derin saygı duydular. Onun verdiği bu red cevabı yüzündendir ki, ünü gittikçe büyüdü. Çi Ç'ang hakkında ortalıkta türlü söylentiler dolaştı.
 Anlatıldığına göre gece yarısından sonra evinin damı üzerinde, görünmez bir yayın kirişinin gerilişini duymak mümkündü. Bazılarının söylediklerine göre ise, okçuların tanrısı gündüzleri ustanın ruhunda yaşamakta, akşam olunca da onu kötü ruhlardan korumak için dışarıya çıkmaktaydı. 
O dolaylarda oturmakta olan bir tacir, şöyle bir şey anlattı ve bu söylenti ağızdan ağıza dolaştı: Bu tacir bir akşam Çi Ç'ang'ı bir bulutun üstüne ata biner gibi binmiş olduğu halde görmüştü. Fakat bu sefer yayını da yanına almıştı ve adları efsanelerde geçen Hu İ ve Yang Yu-Çi adındaki ünlü okçularla ustalık yarışı yapmaktaydı. Tacire bakılırsa, bu üç usta tarafından atılan oklar, karanlık gökte, Orion ve Sirius yıldız kümeleri, arasında kaybolmuş, peşleri sıra da tıpkı bir şimşek gibi, mavi bir iz bırakmışlardı. Sonra bir hırsız da şu hikayeyi anlattı: Bu hırsız tam Çi Ç'ang'ın evine girmeye hazırlandığı sırada pencereden fışkıran kuvvetli bir hava soluğu alnının tam ortasına çarpmıştı. Bu soluk o kadar kuvvetliydi ki, hırsıza inanmak gerekirse, adam bu yüzden yere yuvarlanmıştı. O gün bu gün de yüreğinde kötü niyetler besleyen kimseler, Çi Ç'ang'ın evinin dolaylarına gitmediler. Hatta göçmen kuşların bile, onun evinin damı üzerinden uçmaktan kaçındıkları söyleyenler oldu. 
Ünü imparatorluğun her yanına yayıldı, hatta göklere kadar çıkarken, Çi Ç'ang ihtiyarladı. Gitgide bedenle, ruhun artık dış alemle meşgul olmadıkları; hem dinlendirici, hem vakarlı bir sadelik içinde, sırf kendi içlerine kapanarak yaşadıkları mertebeye erişti. Çehresinde hiçbir ifade izi kalmadı; aldırmaz tavrını hiçbir dış kuvvet bozamadı. Şimdi artık onun pek seyrek konuştuğu işitiliyordu. Hatta herkes onun soluk alıp almadığını dahi bilemeyecek hale geldi. Örgenleri (uzuvları) çoğu zaman bir ağacın kuru cansız görünüşünü hatırlatıyordu. Kainatın ana organik kanunlarının gidişine bu kadar iyi ayak uydurmuş, eşyanın dış görünüşlerinden ileri gelen tesadüflerden, tezatlardan kendisini öylesine kurtarmıştı ki, ömrünün sonlarına doğru "ben" ve "o", "şu" ve "bu" arasında hiçbir fark gözetmiyordu. Duyu yoluyla edinilen izlenimlerin (intiba) sonuçları onu ilgilendirmiyordu artık. Ona sorarsanız, gözü bir kulak, kulağı bir burun, burnu da bir ağız olabilirdi pekala. 
Dağlardan dönüşünden kırk yıl sonra Çi Ç'ang, tıpkı havada yayılan bir duman gibi, sessiz sedasız, bu dünyadan göçüp gitti. Bu kırk yıl içinde ne ok atmaktan sözetti, ne de bir yayla oklara el sürdü. Rivayet ederler ki, öldüğü yıl, bir gün dostlarından birini ziyarete gittiğinde, bir masanın üstünde bir şey görmüş. Bu şeyi tanır gibiymiş ama ne adını, ne de neye yaradığını hatırlayamamış. Boş yere zihnini yorduktan sonra dostuna dönerek: 
"Şu masanın üstünde duran şey nedir Allahaşkına söylesene bana, demişti. Adı ne bunun ve ne işe yarar?" 
Ev sahibi sanki Çi Ç'ang şaka ediyormuş gibi, bir kahkaha koparmış. İhtiyar sorusunu tekrarlamış, ama, dostu yine gülmüş, fakat eskisi kadar candan yapmamış bunu. Çi Ç'ang pür ciddiyet üçüncü defa aynı şeyi sorunca, arkadaşının beti benzi uçmuş. Dikkatle Çi Ç'ang'ın yüzüne bakmış. Sözlerini iyice işittiğini, beri yandan ihtiyar adamın hiç aklından zoru olmadığını ya da kendisine şaka etmediğini anlayınca, boğuk bir sesle şöyle kekelemiş: 
"Ah usta! Gerçekten de bütün çağların en büyüğüsün sen muhakkak, bir yayın ne olduğunu ne işe yaradığını unutmuşsun çünkü!"
Yine rivayet ederler ki, bu olaydan sonra, ressamlar fırçalarını kaldırdıkları gibi, çöplüğe atmışlar, çalgıcılar çalgılarının tellerini koparmışlar, dülgerler de ellerindeki ölçü aletlerini kullandıkları görülmesin diye, bucak bucak saklamışlar. Ve bu yıllar yılı, Hantan şehrinde böylece sürüp gider. 

 

Büyük Usta / Nakaşima Ton (Atsuşi) 
 
  Kemal'in Dünyası  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol